Fakir Yılmaz

Tarih: 24.12.2025 16:40

Dronların Uçtuğu, Libya Uçağının Düştüğü Havada Yazılan 2 Yazıyı Yakalamak…

Facebook Twitter Linked-in

Ardahanlı bir gazeteci olarak, Antalyalı gazetecilerden bitmek üzere olan 2025 yılının Gazetecilik Onur Ödülü’nü almak için sevinerek iki gün önce bindiğim uçakta yazdığım günün yazısı, ülkenin turizm başkenti denen şehre indiğim bir sırada internet kesilince, rüyasını kurduğum Ardahan uçağı rüyası misali bir anda kanatlanıp hayal olup telefonumun ekranında silinip uçmasına, yani silinmesine üzülüyordum…

Atatürk’ün “Hiç şüphesiz ki dünyanın en güzel yeridir” dediği ve ülkenin turizm başkenti denen Antalya’da onurla aldığım Gazetecilik Onur Ödülü ile birlikte geriye, ülkenin en büyük metropolü İstanbul’a dönerken yine uçakta bir kez daha; hem de ilk uçak yazımı internetsiz kalan cep telefonumdan bir anda havasız kalıp hafızasına kayıt etmeden elimden alan hava ile inatlaşarak, bir kez daha uçak yazısı yazmayı deniyorum…

Ama bu kez türbülansa takılıp bir hayli sarsılan uçağın, havaalanı olmayan, bugünlerde bir kez daha gündemde olan Doğu Ekspresi’nin gelip duracağı bir durağın olmadığı memleketim Ardahan’ın bozuk yolları gibi şiddetle sarsılmasıyla bir anda bu yazının da bir anda uçup gideceğini düşünüyor, pilotu uyarı ile uçağın koltuğunda bulunan kemere sıkı sıkıya sarılıyorum…

Çünkü fala bakılan bir seramik fincan değil, çöpte dönüşümlü karton bardak kahvenin 250 TL olduğu uçakla İstanbul’dan Antalya’ya uçarken havada düşünüp yazıya aktardığım ama bir anda uçup giden o düşüncelerimi bir kez daha hatırlayıp yeniden ve yine havadayken toparlayayım derken, elimdeki bu yazımın da Ardahan’ın ay, pardon Mars yüzlü yollarında düşe kalka yol almaya çalışan araçlar gibi sallanan, hatta “Ula uçak düşecek” dedirten şekilde uçağımızın bir hayli sallandığını hissediyordum…

Ve onur ödülü ile ödüllendirildiğim Antalya’ya giderken bir gün önce havada yazdığım birinci yazımı yakalamak için bir kez daha uçakta ele aldığım ikinci yazımı da uçup giden ilk yazımla birleştirmeye çabalarken, bu kez “Kazık denecek kadar pahalı kahveyi içirdiniz ama fala bakmadınız” dediğim hostesin gelip,
“Bir dahaki sefere kahvemizi fincanla içerseniz falına bakacağım söz… Ama maalesef geldik, iniyoruz… Koltuk arkasındaki masayı kapatır mısınız?”
diye gülen yüzlü güzel hostesin uyarısını alıyordum…

Yani uçağım havalanır havalanmaz yazmaya başladığım “2. uçak yazım” da daha başlamadan yine tehlikeye giriveriyordu… Ve bu durum bana, “Ya acaba uçakta yazı yazmak suç ya da günah mı?” diye bir kocakarı dedikleri hissini veriyordu…

Yani onca sevdiğimiz gibi er geç altına gireceğimiz toprağa sağlam basmadan ve eli kolu, ayağı bağlı kalmadan metafor, hayatı idame ettirebilecek meleklere sahip olmak denen “ayakları yere sağlam basmak” varken, havadan yazı yazmak uğursuz bir durum mu acaba dedirten havada yazdığım iki yazı esnasında yaşadığım ilginç duygu beni alıp yeniden İstanbul Beykoz’da bulunan ve gidip Üsküdar kadar güzel çayları yudumlarken Alevileri katletti denen padişahın adı verilen köprüyü izleyerek yazdığım ama uçaktaki gibi o yazımın da bir anda elimde uçup gittiğini hatırlatan ve benim değil, kaynakların Yahudi dediği ama birilerinin gidip İslam kuralları gereği dua ettiği yönünde yazdığım yazımın silinmesini hatırlatan Hz. Yuşa’ya ve tepesine götürüyordu…

Ve bir anda ruhlar dünyasına girip, o “kocakarı dedikodusu, hayal, uydurma hikâyeler” denilen ama anlatılıp dinlenildiğinde, konuşulup seyredildiğinde her birimizin kendimizi bulduğu o ruhani dünyada olduğumu düşünüp, ben de bir anda uçup giden yazım gibi uçuyor; yıldızları izlemek için baktığımız havadan yazmanın çok da iyi bir şey olmadığını ve nedense sağımda, solumda ve yanımda oturan tanımadığım birileri gibi havadan sudan bahsetmek hatta uyumak varken “sana ne” diye düşünüyor, uçağı ve birilerini şekeri düşürmemek için uçakta, havada yazmayı bırakmayayım derken bu kez havada yazmayı başarıyor, inmeden yazımı bitirirken İstanbul’da yere basan uçağın lastik seslerinden daha hızlı gelen internetle birlikte kayıt edip bu yazımı ve diğer onca yazılarımı sizin okumanıza ve yorum yapmanıza bırakıyorum…

Ha bu arada, “Rus mu yoksa İsrail veya başkalarının mı?” diye tartışılan kimliksiz dronların sınırlarımızı aşıp başkentimize kadar yaklaştığı ve motoru olmadığı ortaya çıkan, Ardahan AK Partili milletvekilimizin adını alan Kaan uçakları ile değil; yenileme ve bakımları konusunda da çokça tartışılan F-16’larımızla vurulduğu ve seçimden seçime “doğalgaz çıktı” denen Karadeniz’deki ticari gemilerimizi bombaladığı haberlerinin tartışıldığı bir sırada, yani ben havadayken Ankara semalarında havada bulunan diğer bir uçağın bilinmeyen bir nedenle havada infilak edip düştüğünü haber alıyordum…

Yani İstanbul’un Avrupa yakasında bulunan ve CHP’li İBB’nin elinden alınan yetki ile bakanlığın kendilerine yakın birilerine verdiği ve STK’ların “çal oynasın” şeklindeki içi boş etkinlik alanı edilen ve kapatılıp Ardahan’daki bir türlü bitmeyen Millet Bahçesi hâline getirilen Atatürk Havaalanı’nın yerine yapılan İstanbul Havaalanı’na rakip olan ve Posof Ulgar Tüneli gibi hemen girişindeki dağsız tünelin yıllardır bitmediği Sabiha Gökçen Havaalanı’na inerken, Ankara semalarında bir başka uçağın elektrik arızası iddiasıyla düştüğünü öğreniyordum…

Yani “Acaba onlar da benim gibi havada yazı mı yazmak istediler?” diye de düşünüp, tezkeresini bir kez daha kabul ettiğimiz ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ülkemize davet ettiğini öğrendiğim Libya Genelkurmay Başkanı Al Haddad’ın yanı sıra Libya Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Futuri Gribel, Askerî İmalat Kurumu Komutanı Tuğgeneral Mahmud Al Katavi, Libya Genelkurmay Başkanı Danışmanı Muhammed Al Assavi Diyab ve Genelkurmay Başkanlığı fotoğrafçısı Muhammed Ömer Ahmed Mahcub ile 3 personelin bulunduğu heyetin, İran Cumhurbaşkanı’nın hayatını kaybettiği uçak kazasını hatırlatan bu haberlerle şok oluyor, bir kez daha tırsıyordum…


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —